Bir ERP’den Ekosisteme…

2019–2025 arasındaki dönem, kariyerimde belki de en fazla şey öğrendiğim yıllardı.
Sağlık sektöründen ayrılıp sıfırdan kurgulanan bir ERP ve e-ticaret projesine, Buybase’e geçtim.

Kağıt üzerinde bu sadece “yeni bir yazılım” gibi görünüyordu.
Sahada ise bambaşka bir anlama dönüştü:

Üretimin, deponun, satışın, muhasebenin, lojistiğin ve pazarlamanın aynı masaya oturtulması.

İlk günden şunu gördük:
Şirketler zaten bir sürü program kullanıyordu.

  • Excel’de stok tutan,

  • Ön muhasebe programıyla fatura kesen,

  • WhatsApp’tan sipariş alan,

  • Ayrı bir kargo paneli ve pazar yeri ekranlarıyla boğuşan KOBİ’ler…

Depoda görünen stok rakamı ile muhasebenin gördüğü maliyet birbirini tutmuyor,
patron telefonla gelen siparişi “kolay” diye hâlâ deftere yazıyordu.

Kimse “ERP alalım” demiyordu; herkes şunu istiyordu:

“Şu dağınıklığı toparlayacak bir sistem olsun, işimiz sadeleşsin.”

Buybase tam burada devreye girdi.
Amacımız; ürün sisteme bir kez girince:

  • Depo,

  • Sipariş,

  • Kargo,

  • Muhasebe,

  • Raporlama,

  • E-ticaret

taraflarına aynı anda akmasını sağlamaktı.

Klasik anlamda modül listesi çıkarıp “stok – satış – muhasebe” diye kutular çizmek yerine,
şirketin iş yapma şeklini baştan tasarlamaya çalışıyorduk.

Bu yüzden projeyi hiçbir zaman sadece bir “program” olarak görmedim;
her firmanın üzerine oturacağı, iş yapma biçiminin iskeleti olarak gördüm.

Bugün Nar Atlası’nı kurgularken üretim–pazar–lojistik–finans dengesine bu kadar takıntılı olmamın sebebi, tam da bu dönemdir.

Teori Güzel, Peki Ya Saha?

Teoride her şey çok güzeldi.
Saha ise bambaşka bir gerçeklik gösterdi.

Asıl kavga, teknolojiyle değil alışkanlıklarla veriliyordu:

  • Excel’i bırakmak istemeyen,

  • Siparişi WhatsApp’tan almayı “daha pratik” sanan,

  • Elinde kâğıt olmadan depoya inmeye çekinen insanlar vardı.

Yeni sisteme geçmek demek;
yıllardır aynı şekilde çalışan insanlardan, davranışlarını kökten değiştirmelerini istemek demekti.

Gördüm ki çoğu firmada eksik olan şey “yazılım” değildi:

Eksik olan; değişimi sahiplenecek liderlik,
değişimi sürdürecek sabır ve disiplindi.

Bu süreçte benim rolüm tam anlamıyla “tercümanlık” oldu.

  • Bir yanda: “Abi bu ürün paletten değil koliden çıkar, fireyi de görmemiz lazım.” diyen depo sorumlusu,

  • Diğer yanda: “Cost method ne olacak, lot mu tutuyoruz, seri mi?” diye soran yazılımcı ekip…

Ben, üretim dilini teknik dile,
teknik dili de tekrar sade bir kullanıcı deneyimine çevirmek zorundaydım.

O dönemde şunu çok net öğrendim:

Ürün yöneticiliği, ekran çizmekten çok anlam yönetmektir.

Bugün Nar Atlası’nda da aynısını yapmaya çalışıyorum:
Üreticinin kafasındaki hayat hikâyesini, sistem diliyle buluşturmak.

Uluslararası Boyut: “Bir Ürün Eklensin, Her Yerde Görünsün”

Projenin bir diğer önemli tarafı da uluslararası ticaret boyutuydu.
Sadece Türkiye içinde değil, yurt dışında da satış yapılabilsin istiyorduk.

Bu da işin içine şunları soktu:

  • Çoklu döviz yapıları,

  • Farklı vergi rejimleri,

  • Çok dilli ürün katalogları,

  • Birden fazla ülkede depo / stok yönetimi,

  • Farklı satış kanalları (B2B, B2C, pazar yerleri).

“Bir ürün ekleyelim, her yerde görünsün.” cümlesinin arkasında
ne kadar karmaşık bir denklem olduğunu o zaman bu kadar net gördüm.

Bu deneyim şunu kafama yazdı:

Gerçek bir ekosistem kuruyorsan, ürün sadece “stok kartı” değildir;
vergi, lojistik, döviz, kanal ve dil katmanlarıyla birlikte yaşayan bir organizmadır.

Bugün Anadolu’daki bir üreticinin ürününü sadece Türkiye’ye değil, dünyaya açmayı düşünüyorsam,
bu refleks doğrudan Buybase yıllarından geliyor.

Denizi Geçerken Derede Boğulmak: Sahiplik Krizi

Belki de en acı ama en öğretici kısım, işin sahiplik tarafıydı.

  • Yıllar süren emek,

  • Sonsuz toplantı,

  • Müşteri görüşmeleri,

  • MVP’nin tamamlanması,

  • Pilotların başlaması…

Sistem çalışmaya, gerçek veriler akmaya başlamıştı.
Tam “Şimdi büyüme zamanı.” diyorduk ki, şirket sahibinin projeyi bambaşka bir yöne çekme kararıyla karşılaştık.

  • Yazılımı yurt dışına taşıma,

  • Ekibi dağıtma,

  • Çalışanları sürecin dışında bırakma…

Teknik olarak başarılı bir ürün vardı;
ama hukuki ve finansal sahiplik modeli, ürünü koruyacak kadar sağlıklı kurgulanmamıştı.

Bir kere daha şunu gördüm:

Sadece iyi ürün yetmiyor;
adil, şeffaf ve sürdürülebilir bir oyun kurma biçimi de gerekiyor.

Yoksa en iyi sistem bile, tek bir imzayla yön değiştirebiliyor.

Bana Kalan Değer ve Nar Atlası’na Yansıması

Bugün Nar Atlası üzerinde düşünürken, Buybase’ten aklımda kalan bir cümleyi hiç unutmuyorum:

“İnsanlar yazılım değil, iş yapma şekli satın alıyor.”

Köydeki üretici de, şehirdeki KOBİ de aynı noktada takılıyor:

  • Sistem kuracak cesareti olmayınca,

  • Değişimi taşıyacak sabır olmayınca,

  • Veriyi gerçekten kullanma iradesi olmayınca;

emek dağınık kalıyor, potansiyel tam kapasiteye ulaşamıyor.

Buybase bana şunu gösterdi:

  • Teknoloji inanılmaz güçlü bir kaldıraç.

  • Ama o kaldıraç doğru yere dayanmazsa, bütün yapı devrilebiliyor.

Çiftlikte gördüğüm sahadaki gerçekler,
kurumsal dünyada edindiğim süreç ve veri bakışı,
Buybase’te kazandığım “ekosistem” refleksi bir araya gelince kafamda net bir çerçeve oluştu:

Türkiye’de emek eksik değil,
sistemi olmayan emek var.

Nar Atlası’na odaklanmamın sebebi tam olarak bu.

Artık enerjimi şuraya harcamak istiyorum:

  • Sadece “üreten insanlara” değil,

  • Ürettiğini planlı, ölçülebilir, ölçeklenebilir hâle getirmek isteyenlere;

kendi tecrübemden süzülen şu soruyu sordurmak:

“Benim için doğru iş yapma biçimi ne ve Nar Atlası bunu nasıl görünür kılar?”

Önceki
Önceki

Türkiye’nin Potansiyeli, tek Eksik Ekosistem

Sonraki
Sonraki

Anadolu’nun Potansiyeli