İstanbul’dan Tire’ye, Oradan Nar Atlası’na: Ben Kimim, Neden Bu Yoldayım?
11 Nisan 1985’te Sarıyer’de, üç kardeşin en küçüğü olarak doğdum.
1990’ların başından 2000’lerin ortasına kadar İstanbul Ataşehir’de, orta halli bir memur ailesinin çocuğu olarak büyüdüm. Üç kardeş tek oda; hayat koridorda, salonda, balkonda geçti. Ama mahalle vardı, sokak vardı, futbol vardı.
Çalkantılı Bir Çocukluk: Futbol, Müzik ve Boşanma
İlkokulda iki büyük tutkum vardı: futbol ve müzik.
Mahallenin ve okulun en iyi kalecilerinden biriydim; sınıfta “alfaBeta” diye kendi takımımızı bile kurmuştuk. Aynı zamanda küçük bir orgla beste yapmaya çalışan, günün yarısını sahada, kalanını müzikle geçiren bir çocuktum.
Derken hayat sert bir viraj aldı.
10 yaşlarıma geldiğimde annem ve babam boşanma kararı aldı. Annem evi terk etti, babam yeniden evlendi. Bir yanda ruhsal sorunlarla mücadele eden bir anne, akıl hastanesi ziyaretleri… Diğer yanda bizi toparlamaya çalışan bir baba ve üvey anne…
Çocuklukla yetişkinlik arasında sıkışmış, öfkeli, savunmada, bol karmaşalı yıllardı.
Bu dönemi atlatmamda en büyük pay, ilkokul öğretmenim Raziye Öğretmen’e ait.
Kavga eden, içine kapanan bir çocuktan; mezuniyet töreninde dans koreografisi hazırlayan, müzikle insanları bir araya getiren birine dönüşebildiysem, bu onun sayesindedir.
Ortaokul ve Mahalle: Çeteler, Aşklar ve Sorumluluk
Ortaokula Bostancı’da devam ettim.
Artık minibüsle tek başıma okula gidip geldiğim, harçlığımı yönetmeyi öğrendiğim, küçük ama gerçek sorumluluklar aldığım yıllardı. Derslerle aram hiçbir zaman kötü olmadı; çok çalışkan değildim ama ortalamanın hep üstündeydim.
Babamın ısrarı ve desteğiyle İngilizce’ye erken yaşta yatırım yaptım. Hafta sonu kurslarıyla sağlam bir temel attım.
Bir yandan okul, diğer yandan mahalle hayatı…
Bisiklet turları,
Amatör futbol kulübü (Dumlupınar Spor),
Çetevari arkadaş grupları,
İlk ciddi hoşlanmalar, reddedilmeler…
Ergenliğin tüm “draması” fazlasıyla vardı.
O yıllarda farkında olmadan şunu öğrendim:
Hem kendi ayaklarının üzerinde durmak zorundasın, hem de bir ekibin parçası olmayı bilmelisin.
Bu ikili denge, bugün Nar Atlası’nı kurgularken hâlâ zihnimin merkezinde duruyor:
Kendi yolunu çizerken, başkalarının yolculuğuna da altyapı sunabilen bir sistem kurmak.
Lise: İsyanlar, Kaçışlar ve Brighton’a Giden Yol
Liseye Ümraniye Anadolu Lisesi’nde başladım. Hazırlık sınıfı boyunca aşklar, arkadaşlıklar, ilk gerçek “kanka”lar derken zaman aktı gitti.
İlk iş deneyimimi 15 yaşında McDonald’s’ta yaşadım: temizlik, kasiyerlik, hamburger…
Bir organizasyonun mutfağını, iş disiplinini, ekip çalışmasını orada gördüm.
Sonra hayat yine ani bir dönüş yaptı.
Lise 1’de büyük bir aşk krizi, ağır bir bunalım, okula devam edememe ve sonunda İngiltere’ye kaçan bir rota…
16 yaşıma geldiğimde tek başıma Brighton’da dil okulunda yaşıyordum.
Yurtta değil, kiralık bir evde; evde farklı ülkelerden öğrenciler… Elimde sınırlı para, kafamda büyük sorular.
Brighton’da şunları öğrendim:
Farklı kültürlerle iletişim kurmayı,
Bulaşıkçılıktan döner tezgâhına kadar her işi yaparak para kazanmayı,
Hayatta kalmayı, sosyalleşmeyi ve özgüvenli olmayı,
Ve en önemlisi, İngilizceyi gerçekten kullanarak konuşmayı.
Bugün Nar Atlası’nda insanlara “şehirden kırsala, konfor alanından üretim alanına adım at” derken, o günkü yalnızlık duygusunu ve kendi kendine ayakta kalma mücadelesini çok net hatırlıyorum.
Çünkü her büyük rota değişimi, önce içeride başlıyor.
Üniversite: ODTÜ, SUNY ve İlk Dijital Girişim
Türkiye’ye döndüğümde lise 1’i tekrar okuyup üniversite sınavına hazırlandım. O dönem hayatı biraz dağıtmış olsam da, son 3 ay asılıp ODTÜ İngilizce Öğretmenliği bölümünü kazandım.
ODTÜ – SUNY ortak programıyla iki yıl Amerika, iki yıl Ankara derken;
hem Liberal Studies, hem de İngilizce Öğretmenliği lisanslarını tamamladım.
Üniversite yıllarımda:
Profesyonel DJ’liğe başladım,
ozelparty.com isimli, Türkiye çapında mobil DJ ve ekipman marketplace’ini kurdum,
SEO, Google Ads, online lead toplama, tekliflendirme ve sahada hizmet sunma gibi süreçlerin hepsini deneyimledim.
Bugün Nar Atlası’nda “insan ile doğru lokasyon ve doğru üretim modeli arasında eşleşme” kurgusunu düşünürken, kafamda hep şu var:
“Bu, yıllar önce DJ’leri ve ekipmanları müşterilerle eşleştirirken oynadığım oyunun daha karmaşık, daha derin bir versiyonu.”
Ve bu dönemin en değerli çıktısı, şu anki eşim Ece ile tanışmam oldu.
Hem Ankara’da hem Amerika’da birlikte yaşadık, beraber büyüdük ve hayatımızın sonraki tüm aşamalarına ortak olduk.
İzmir Yılları: Öğretmenlikten Çiftliğe
Üniversite bitince, Ece’nin ailesi İzmir’de olduğu için İzmir’e taşındım.
Çakabey Okulları’nda İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başladım. Çocukluk hayalim buydu; ama sistem, hayal ettiğim eğitim anlayışıyla tam örtüşmedi.
SBS, sınav odaklı müfredat, kağıt üzerinde başarı ama gerçek hayatta yorgunluk…
Bir yerden sonra sınıfın içinden çok, hayatın kendisini düşünmeye başladım.
Tam bu sırada Ece’nin babası büyük bir çiftlik kuruyordu. Biz de İzmir’in Tire tarafında, müstakil evli, üretim odaklı bir hayat kurma fikrine sıcak baktık.
Öğretmenlikten ayrıldım, kıdemimi aldım, prefabrik evimizi yaptırdık ve çiftlik hayatına geçtik.
Tire’de 10.000 Tavuk: Romantizmden Operasyona
2010–2012 arasında yönettiğimiz çiftlikte:
10.000 yumurta tavuğu,
200 küçükbaş,
3 dönüm sera domates,
Meyve bahçeleri ve kavak ağaçları vardı.
Gün ağarmadan başlayan ve çoğu zaman gece yarısını geçen bir tempoydu bu.
Yem, aşı, hastalık,
Sağım, sulama, budama, toplama, kasalama,
Toptancı, kooperatif, kasap, manav,
Elektrik faturası, su motoru, işçi planlama…
Üretim anlamında yanlış yaptığımız çok az şey vardı aslında. Asıl sorun, sistem ve yönetimdeydi:
Jeneratör gibi hayati bir yatırımı ertelerken, daha az kritik yerlere para gitmesi,
Planlama yetkisi ile finansal kararların farklı ellerde olması,
Zaman zaman duygusal çatışmaların operasyonun önüne geçmesi.
Bir gün elektrik uzun süreli kesildi ve 500’den fazla tavuğu gözümün önünde kaybettim. Verim haftalarca düştü. Jeneratör parasını zaten o ay yumurtadan kaybetmiştik.
O dönemde çıkardığım net özet şuydu:
“Üretim var, emek var; ama sistem yoksa, kazanç da yok.”
Bugün Nar Atlası’nın arka planında, tam da bu cümle yatıyor:
İnsanlara sadece “üret” demek değil,
“Nerede, neyi, nasıl ve hangi sistemle üret ki, sürdürülebilir olsun?” sorusuna cevap aramak.
İstanbul’a Dönüş: Kurumsal Dünya ve Dijital Dönüşüm
Çiftlikten ayrıldıktan sonra, 2012’de İstanbul’a döndük. Evim yok, işim yok…
Bir süre aile evlerinde konaklayıp aynı anda onlarca iş görüşmesi yaptım.
Önce Allianz Partners’ta üst düzey yönetici asistanı (en değerli mentorlerimden Yavuz Acar’a büyük teşekkür borçluyum) olarak işe başladım. Kısa sürede operasyon ve proje tarafına kaydım; yönetici geliştirme, proje yönetimi, süreç iyileştirme gibi alanlarda hem sahada hem eğitimlerde kendimi geliştirdim.
Sonra, Allianz Partners’ın CEO’su Rasim Topuz Acıbadem Sağlık Grubu’na geçerken beni de ekibe dahil etti. Yaklaşık 8 yıl boyunca:
Proje yöneticiliği,
Süreç yönetimi,
İş geliştirme,
Dijital sağlık projeleri,
Loyalty ve içerik platformları,
Raporlama ve C-level dashboard’ları
gibi birçok alanda çalıştım.
Bu dönemde şunu gördüm:
Kurumsal dünyada da, köydeki çiftlikte de sorun aynı:
Veriyi şeffaf toplayamıyorsan, insanı merkeze koyamıyorsan, sistem sürdürülebilir olmuyor.
Buybase: Sıfırdan ERP ve E-Ticaret Ekosistemi Kurmak
Kurumsal dönemin ardından yaklaşık 4 yıl boyunca Buybase projesinde ürün liderliği yaptım.
Depo, stok, sipariş, finans,
E-ticaret, B2B marketplace,
Cüzdan, raporlama…
Hepsini aynı ekosisteme bağlayan bir ERP geliştirdik.
Proje tam ticarileşme aşamasına gelirken, patronun sistemi yurt dışına taşıma kararıyla ekip darmadağın oldu. Yılların emeği, başka bir ülkenin satır aralarına taşındı.
Buradan aldığım dersler, bugün doğrudan Nar Atlası’nın çekirdeğine yazıldı:
Bir yapının kaderi sadece tek kişinin kararına bağlı olmamalı,
Oluşturulan değer, ekibin ve kullanıcıların ortak sahipliğini hissettirebilmeli,
Kritik bilgi ve süreçler, tek bir masanın çekmecesinde değil, iyi tasarlanmış bir sistemde durmalı.
Biriken Tüm Tecrübelerden Nar Atlası’na
Bugün geriye dönüp baktığımda, hayatımdaki her büyük dönüm noktasının Nar Atlası’na bir şey kattığını görüyorum:
Ataşehir’in kalabalık apartmanlarından, köydeki müstakil eve duyduğum özlem,
Brighton’daki yalnızlık deneyiminden, dijital köprüler kurmanın önemini,
DJ marketplace’ten, doğru insanı doğru hizmetle / ürünle eşleştirme mantığını,
Tire’deki çiftlikten, üretimin tek başına yetmediğini; sistem, planlama ve risk yönetiminin şart olduğunu,
Kurumsal dünyadan, verinin, şeffaflığın ve iyi tasarlanmış süreçlerin gücünü,
Buybase’ten, güçlü bir teknoloji altyapısının nasıl kurulacağını ama aynı zamanda nasıl korunması gerektiğini.
Nar Atlası tam olarak bu yüzden var:
Köydeki üreticinin, kasabadaki zanaatkârın, küçük mandıranın, seracının, atölye sahibinin…
ve şehirde yaşayıp kırsala yatırım yapmak isteyen herkesin;
Kafasındaki hayali,
Elindeki sermayeyi,
Coğrafyanın gerçeklerini,
Pazarın dinamiklerini
aynı masaya koyup, hesabı yapılmış bir gelecek planına dönüştürebilmesi için.
Ben bu satırları yazarken hâlâ:
Tire’deki sabah kokusunu,
Brighton sahilindeki rüzgârı,
ODTÜ’deki derslikleri,
Allianz ve Acıbadem koridorlarını,
Buybase toplantı odalarını
aynı anda hatırlıyorum.
Hepsi bir araya gelince şunu çok net görüyorum:
Gelecek gerçekten Anadolu’da, üretimde ve bilgide.
Ama o geleceğin adil ve sürdürülebilir olması için, yalnızca emek değil; sistem, veri ve iyi planlanmış bir yol haritası da gerekiyor.
Nar Atlası da tam olarak bunun için yola çıktı:
Şehirdeki dairenizden, köydeki toprağınıza uzanan yolu, karar verebileceğiniz kadar net görmek için.

